<
<
<<

Babası sabahın köründe uyandırmıştı. Uzaklara gidilecekti. Her şey akşamdan hazırlanmıştı. Yere serilecek kilim, kahvaltı sepeti, su kabı, çay için piknik tüpü, mangal, hamak, balık yakalamak için olta bile düşünülmüştü. Arabaya bindiler. Ailenin keyfine diyecek yoktu doğrusu. Bir an evvel şehrin keşmekeşinden kurtulup maviyle yeşilin kavuştuğu ufuk çizgisinin ta arkasına gideceklerdi. Aile şehri bir an evvel terk etmek için sabırsızlanıyordu. Radyodaki haber programına bile tahammülleri yoktu. Anne:
—Biz şehirden uzaklaştıkça bu haber programları sanki bizi yine o keşmekeşin merkezine çekiyor, dedi. Frekanslar arasında gezinerek kendine dinleyebileceği bir müzik programı buldu.
Ufuk, arabanın arkasında oturuyor ve çok mutsuz görünüyordu. Oldum olası piknik gezilerinden hiç hoşlanmazdı. Arkadaşlarından, oyuncaklarından, deli gibi sevdiği bilgisayarından uzaktı çünkü. Çünkü onun bir sürü hayal kahramanı vardı ve her kahramanın farklı üstün özellikleri onunla kahramanları arasında sıkı bağlar kurmasına sebep olmuştu. Kahramanları şimdi yalnızdı. Sahi kahramanları ‘var’ mıydı? Var olan bilgisayarın kendisimiydi yoksa. Ya bilgisayar, varlığını nelere borçluydu acaba? Sıkılmıştı. Şimdi bilgisayarın karşısında olsaydı böyle karmaşık sorular onu meşgul etmeyecekti. En sevdiği futbolu bile bilgisayarda oynayacaktı. Daha dün gece, peş peşe beş gol atmıştı, dünyanın en baba takımına. Stadyum inip inip kalkıyordu. Kendi ülkesini şampiyonlar ligine taşımanın gururuyla uyumuştu. Önünde zorlu iki maç daha vardı. Onları da bir geçebilseydi. Ülkesi bir şampiyon olabilseydi… O, düşlerini yumak yumak sara dursun, piknik yerine gelinmişti bile.
Araba Yüksek bir tepenin eteğinden geçen daracık bir yolun kenarında durmuştu. Tepenin yamaçlarını sütun gibi göğe uzanan çam ormanı kaplamıştı. Aşağılara doğru genişleyen vadinin içinden ıssız bir dere akıyordu. Dere yer yer küçüklü büyüklü serpilmiş çukurları da suyla doldurmuş, irili ufaklı göletler oluşturmuştu. Baba:
— İşte, balığı bu derede tutacağız, dedi. Anne ve babanın olanca mutluluğu yüzlerinden okunmasına rağmen, Ufuk hala hareketsiz ve somurtkan duruşunu bozmamıştı bile. Ufuk’un bu halini gören baba sinirlendi birden.
— Yeter artık bırak somurtup durmayı da doğanın tadını çıkarmaya bak. Ne yani, yine eve hapsolup televizyon başında zaman mı öldürseydik. Aklından neler geçiyor, iyi biliyorum, dedi. Hışımla Ufuk’un elindeki topu kaptığı gibi sert bir tekmeyle derenin olduğu yöndeki çayırlık alana fırlattı. Top havada kavis çizerek çayırlık alana doğru süzüldü. Ufuk topun peşinden koşarken, “Bir daha gelmeyeceğim işte.” diye bağırıyordu. Top ilerde uzun otların arasında kaybolmuştu. Ufuk topun düştüğü yeri arıyordu. Diz boyu uzanan otlar topu saklamıştı ondan. Topun düştüğü alanı gözüyle genişçe taradı. Gözü bir noktaya takılmış ve öylece kala kalmıştı. Tam önünde yüz metre kadar ilerde iri beyaz bir cisim kıpırdıyordu. Anlaşılan canlıydı bu. Birden topu unuttu. Ufuk cisme doğru ilerlerken onun çayıra uzanmış ve karnını güneşe açmış beyaz bir at olduğunu fark etti. Heyecanlanmıştı. Durdu. Etrafına bakındı. Bu atın bir sahibi olmalıydı. Görünürde ondan başka kimsecikler yoktu. Böyle güzel bir at neden sahipsizdi acaba? Atı ürkütmemek için ağır adımlarla yaklaşıyordu. Ata çok yaklaşmıştı. Tekrar durdu. At Ufuk’u fark edince dört ayağının üzerine dikiliverdi birden. Ufuk şaşırmıştı. Ona dokunmak istiyordu. Bu ilk dokunuşu olacaktı ata. Bereket, at korkmamıştı ondan; korksaydı kaçardı. İkisi de uzunca bir zaman birbirlerini süzdüler. Baba ve anne ise uzaktan olanları merakla seyrediyordu. Onlar da atın ürkmesinden korkuyor ve bilerek seslenmiyorlardı.
At hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Atlar nelerden hoşlanırdı acaba? Ne olursa olsun artık yaklaşmayı denemeliyim diye düşündü. Ağır adımlarla yaklaşmaya devam etti. Atta hiçbir tedirginlik belirtisi görünmüyordu. İyice yaklaştı. Artık dokunabilirdi ona. Parlak beyaz tüyleri, boynundan aşağı akan alaca saçlarıyla görkemli bir attı bu. Önce saçlarına dokundu. Parmaklarıyla atın saçlarını taradı. Huysuz bir at değildi anlaşılan. Babası ve annesi adeta donakalmış, at ile Ufuk arasındaki sessiz diyalogu hayretle izliyorlardı. Görülmeye değer bir sahneydi doğrusu. At birden arka dizlerinin üzerine oturup ön dizlerini de kırarak küçülüverdi. Ufuk atın bu hareketinin anlamını çok çabuk çözmüştü. At onu sırtına almak istiyordu. Önceden ata hiç binmemişti. O, bunları düşünürken, at öylece onu bekliyordu. İki elini atın sırtına koyup iki ayağı üzerinde sıçrayarak hızlı ve çevik bir hareketle atın üzerine oturmayı başardı. Bu harekete Cüneyt Arkın’ın filmlerinden aşina idi. At hafif hareketlerle onu kalçasına yakın bir yere yerleştirdi. Yine usulca kalkıp dört ayağı üzre dikildi. Anne olanlardan tedirgin olmuş, tam bağıracakken baba, anneyi uyardı. Baba aksine çok soğukkanlı görünüyordu.
Ufuk atın saçlarından sıkıca tutmuş ve düşme korkusundan iki ayağıyla atın karnını sımsıkı kavramış tir tir titriyordu. At sanki Ufuk’un korktuğunu sezmiş gibi, onu rahatlatmak için hafif hafif olduğu yerde ayaklarını kaldırıp indirerek yerinde dans ediyor, başını öne arkaya sallıyordu. Atın bu davranışı Ufuk’un o kadar hoşuna gitmişti ki O da kollarını her iki yana açarak ve atın sırtında bir sağa bir sola salınarak uyum içinde bu gösteriyi sürdürmeye başladılar. Bir yandan da anne ve babasına el sallayan Ufuk:
— Ben artık beyaz atlı bir prensim, diye bağırıyordu. İşte özgürlük bu olmalıydı.
Bir süre dans ettiler. Artık kendinden geçmişti Ufuk. Topunu gördü birden. Atı topa doğru sürdü Ufuk. Sanki ona top oynamayı öğretmek istiyordu. Kulağına eğildi atın. Hadi vur, dedi. At anlamıştı sanki Ufuk’un ne demek istediğini. Hafifçe geri çekildi, ön sağ ayağını karnına doğru çekti ve iyice gerdirdi. Aniden yayından fırlayan ok gibi iri toynağıyla topa öyle bir vurdu ki… Top havada nazlı süzülüşlerle babanın olduğu yöne doğru yükselerek bir mermi hızında ilerliyordu. Bir topun gözden kaybolurcasına bu kadar havalanabildiğine ilk kez şahit oluyordu. “Baba yakala”, diye bağırdı.
Ufuk, topun havada yükselişini izlerken at, rüzgâr hızında vadinin derinliklerine doğru ilerlemeye başladı. Ufuk artık atıyla bütünleşmiş, atın olanca hızına karşı hiç aldırmadan iki kolunu sağa ve sola açmış “heeeeeeey” diye bağırarak uçarcasına ilerliyordu vadiden. Bu öylesine bir hız akımıydı ki renkler kayboluyor, bütün şekiller görünümlerini yitiriyordu. Cisimler hızla birbirine çarpıyor, her çarpışma etrafına devasa ışık gülleri yayıyordu. Hızla kayboluyorlardı. Etrafındaki şekiller belirginleştikçe yavaşladıklarını anlıyordu. Saydam bir evrene girmişlerdi. Tüm şekiller parlak, saydam ve ıslak görünüyordu. Atının yürürken sert ve tok vuruşlarla çıkardığı ritmik sesler bu evrende yerini derin sessizliğe bırakmıştı. Sessizliğin sesini duyuyordu Ufuk.
İki saydam sütunun arasına yerleştirilmiş devasa bir aynanın karşısında durdular. Aklına annesi ve babası geldi birden. Tam saatine bakacaktı ki kolundaki saatinin olmadığını gördü. İnce ve sessiz bir sesle irkildi. Orta boylu, uzun sakallı uzun kirpikli yaşlı bilge ona gülümsüyordu. Zamansızlık evrenine hoş geldin, dedi. Ufuk’un kolunu göstererek, “o eridi” dedi.
— Saat mi? Dedi Ufuk.
—Evet, saat eridi. Zira bu evrende hiçbir metal bulunmaz. Metal sizin evrenin madenidir.
— Şimdi ben ne yapacağım, ya babam merak ederse? Dedi yaşlı bilgeye. Yaşlı bilge:
— Üzülme, bizim evrenimizde üzüntüye, tedirginliğe yer yoktur. Zira sen atımın fırlattığı top babanın kucağına düşene değin buradasın, dedi. Ufuk:
— O kadar kısa mı? Dedi. Yaşlı bilge gülümsedi.
— Unutma, sen zamansızlık evrenindesin. Zamandan kurtuldun sen. Sen şimdi özgürsün. Dilediğin kadar kalabilirsin evrenimizde. Sen ne zaman gidersen top babanın kucağına o zaman düşer.yunus nadir eraslanNot: Öykünün devamını okumak üzere haftaya salı günü görüşelim çocuklar.
..Devamı |
< <

<<
<<
<